''Kelebeğin Rüyası''...

Ertesi gün uyanamayacağın bir rüyaya yatıyorsun... Oysa ki yaşadığın gün senin ömrünün tamamı.. Görülecek rüya, rüya mıdır? Ya da yaşanmış o kısacık tek gün, ömür müdür senin ve dünyanın gözünde.. ''Kelebeğin rüyası''... Gerçekten bir rüya var mıdır ki ortada... Tüm ölüm beklentisine, tüm son beklentisine inat; kelebeğin bir rüyası olabilecek midir? Vardır elbet hepimizin rüyası, ama kelebeğin rüyası kadar büyük bir bedeli ödemeden gördüğümüz... Nasıl da güzel, nasıl da yerine göre konulmuş bir isim...

Filme gitmeden önce aklımda hep bir türlü çekimi tamamlanamamış, Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat'ın verdiği inanılmaz kilolar vardı, bir de Zonguldak şehrine olan merakım... Dönem filmlerine karşı hep bir heycanım oluyor, o dönemleri hissetmeye, koklamaya dair. Bu merakıma engel olamadım ve filmi hemen izledim... Yoğun duygular ve duygularıma karışan dostlarımın yorumlarından sıyrılıp; kendi içimden gelenleri dile dökmek, yazıyla hayat vermek istedim.

Öncelikle bizi içine alan atmosferi hissediyoruz yavaş yavaş... O dönemi kokluyoruz, filmin başladığı ilk saniyelerde... Hafif bir ürperti geçiyor insanın içinden ve sonrasında gelen renkli bir doğa, dalgalı, hovardalığına engel olunamayan kopkoyu bir deniz... Zonguldak ve 1940'lı yıllarda büyümeye çalışan bir ülke.. Tüm adaletsizlikler, tüm haksızlıklar, tüm zorunluluklar ve tüm çaresizlikleri ile milli gelir sağlamaya çalışan halk... Bir dönem çocuk yaşta ''mükellef'' olmak ve bir dönem hangi yaşta olursan ol hasta olduğunda insanların sana öleceğin günü biliyorlarmış gibi bakması ve senden olabildiğince kaçması, hatta el sıkışmaktan korkması.... Öyle ya o dönemin vebası ''Verem''...

Filmdeki döneme ilişkin hem görsel hem de kurgusal anlamda çok güzel işlenmiş ayrıntılar vardı bir kere... Ki bu ayrıntılar, sizi içine alıp; kimi zaman şaşırtıp kimi zaman da bildiğin birşeyin canın acıyarak farkında olmanı sağlayacak kadar iyi işlenmişti. Bu konuda görüntü yönetmenini gönülden tebrik ediyoruz... Harika bir görsel şölen yaşatmış.... Basit, ama etkileyici görüntüler... Bilgisayar ortamında yaratılmış, varolmayan hayallerden hayaletlerden uzak...

Karakterler... Her ne kadar Belçim Erdoğan için eleştiriler hala süredursa da; olayların akışında duruşu iyi, sırıtmıyor hatta kimi zaman o dönemde ilkokulda bile 20'li yaşlarda kızlar olduğunu bildiğimizden ne kadar da başarılı bir tercih deme durumuna getiriyor insanı... Danslar, tenis... O dönemin yokluğunda (dikkat; yiyecek bulmak çok zor ama onun ailesinde dondurma var..) dondurma yemek lüks... Yılmaz Erdoğan, hem yönettiği hem de oynadığı bu filmde gerçekten devleşiyor diyebiliriz Behçet Necati rolü ile..

Filmde bir Muzaffer Tayyip Uslu vardı ki, Kıvanç Tatlıtuğ'dan ayrı, bambaşka.. Her oynadığı dizide, oynadığı rolde farklı bir Kıvanç görmeye alıştık; bu filmdeki rolünde de şaşırmayız diye düşünürken; içine girdiği karakter ile bütünleşen Kıvanç Tatlıtuğ beni resmen büyüledi.. Kilo vererek rolünün hakkını vermeye çalışması değildi asıl etkili olan.. O kabur duruş, ayaklarını gögsüne çekip başını dizlerine yaslayıp oturuşu, tırnak yemeleri, saçını eliyle düzeltişi, yemek yemesi ve aşkını gözleriyle anlatışı... Bu rol için çok iyi çalışmış, çok iyi gözlemlemiş gerçekten.. İnanılmaz etkileyici olmuş... Bir de şiirler var tabi, kendi sesinden, hiç bitmesin isteyeceğimiz...

Mert Fırat var öteki tarafta Rüştü Onur olarak... Ne kadar espirili, ne kadar kendine güvenli... Her dizesinde hatta günlük hayatında kurduğu her cümlesinde müthiş bir zekanın, gözü alan ışıltısı saçılıyor ortalığa, ben burdayım diyor, bizi hüzünlendiriyor.. ''Sen hasta olmasan, seni bana verirler miydi?''... En kötü şeyleri en güzel haliyle söyleyebilen o...

Karşımızda iki kafadar, iki şair var, hayata inat; hastalıklarına inat yüzümüzü gülümsetebilen, hem hüznü hem de sevgiyi birarada veren.. Çok başarılı, çok içten, çok komikler aynı zamanda da...Onlar Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu... Onlar, bir amaç uğruna koşan, onlar, tüm yaşadıkları zorluklara rağmen amaçlarından asla vazgeçmeyen iki şair hayatımıza bu film vasıtasıyla büyük etkiler bırakmayı amaçlayan, yıllar öncenin ayali onların bugün yapmaya çalıştıkları ve ellerinden gelmeyen ya da sadece gelen bugün için.....
 ''Yazısı yayınlanmayan her şair, kendi matbaasını kurmak ister..'' Ne kadar tanıdık, ne kadar bizden ve ne kadar içtenler.... Teşekkürler Yılmaz Erdoğan, bize bu kadar naif ve bir o kadar da azimli şairlerimizi tanıma şansı verdiğin için. Yazık ki şimdiye kadar hiç  değerlerini bilmemişiz, yazık ki şimdiye kadar onları tanıma şansımız olmamış... Kendi adıma utanç duyuyorum..

Bundan çok değil 1 ay önce, ''İş Mükellefiyeti'' yasasını, sonrasında işçi haklarının savunulması amacı ile olan ilk düzenleme ''Amele Kanunun''na ilişkin sınavlarıma çalışırken; kafamda canlandıramamışım, hiç anlamamışım ne demek olduğunu tüm bunların... Çocuk yaşta çalıştırılmak... Çocuk işçiler... Herkes mükellef olmak zorunda... Kömür madenleri... Orada çalışanların yüzündeki o teslimiyet, o korku, o bitmişlik... Ben tüm bunları görsel olarak, Yılmaz Erdoğan'nın sunduğu yemekle taddığımda, ne kadar da mide bulandırıcı ve ne kadar zor yenilir yutulur olduğunu gördüm. Ruhum üşüdü... Midem bulandı.. Okumak, tarihi öğrenmek için ne kadar da yetersizmiş oysa... Bunu bilmek için filme gitmeye gerek yoktu ki diye düşünebilirsiniz elbette; ancak o duyguları hissetmek, o dönemde yaşayanları kafanda canlandırmak bambaşkaymış gerçeten.....

Bundan sonrası için söyleyecek sözlerimi kendime saklamak, filme gitmek isteyenlere, fikrimi soranlara şiddetle önermek kalıyor bana...

Filme emeği geçen herkesi gönülden tebrik ederim.. Bu gibi filmlerin ''Türk Sinema'' sı açısından çok önemli dönemeç noktaları olduğunu düşünüyorum ve daha iyi filmler için bir başlangıç olarak görüyorum...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Radyasyon onkolojisi uzmanlığı mı istiyorsun????

1700'lü yıllar Londra'sından bildiriyorum...

Hollanda'da doktor olmak....