Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Herşey Tadında, HERŞEY KEYİFLİ.....

Çok sevdiğim bir program var 'Türk Max'da... Adı 'Herşey Tadında'... Gerçekten herşey tadında bu programda. Samimiyeti, bizdenliği ve hiç sıkmadan saatlerce seni ekrana kilitleyebilmesi, bu programın sihiri bence. Çalışıyor olduğum için genellikle izleyemediğim ama müsaitsem kesinlikle vazgeçemediğim bir program. İzleyemediğim zamanlarda facebooktan 'mutfak dedikodusuna da bakmaktan edemiyorum işin açıkçası. Bu açıdan baktığımda hep kaçırdığım birşeyler olduğunu düşündürmesi de işin cabası.. Programın en sevdiğim kısmı 'Mutfak Dedikodusu' olmakla beraber; sanırım bu kısmı vazgeçilmez kılan Jess ve Eyüp Kemal bana göre.. Sohbetler o kadar samimi ki ben bile kontrolümü yitirip sorunlarımı yazacak kıvama geldiğimi itiraf etmek istiyorum. Jess çok bizden ve insanı konuya odaklayıp resmen insanın konuştukça konuşası, anlattıkça anlatası olan kıvama getiriyor yemin ederim. Zaman zaman İstanbul'da olmadığıma o kadar üzülüyorum ki; fırsatım var da katılabil...

'Sevgilimden Son Mektup''.....

İşte; uzun uzun yazmama, üzerinde düşünmeme neden olmuş bir kitap tanıtımı ile yine bloğumdayım. Dışarıda kasvetli bir kasım günü var. Benim içimdeki duygular ise coşmuş, dalgalanmış, fırtınalı deniz misali, tam anlamıyla içim içime sığmıyor.... Herşeyi uzun uzun anlatmak, kitabı sizinle paylaşmak istiyorsam da, bunu yapmamak için kendimi frenleyeceğimden emin olabilirsiniz. Birkaç sade kelime ile sınırlandırılamayacak kadar beni etkileyen, hemen bilgisayarımın başına koşup, içimdeki duyguları bloğumda paylaşmaya iten kitabın adına gelince; ''Sevgilimden Son Mektup''... Öncelikle kitabın yazarını nasıl keşfetmiş olduğumdan bahsetmek yerinde olacak diye düşünüyorum. Jojo Moyes'in ilk kitabı, ''Senden önce Ben'' , yaklaşık 6 ay önce, kafamı dağıtmak, o sıralar etrafımı kaplamış olan karanlık düşünceleri uzaklaştırmak için aldığım, kapağı sevimli, hemen okunup sonrasında hatırlanmayacak ayrıntılar içerdiği önyargısına neden olan bir kitaptı ilk bakı...

Düş ile gerçek arası bir yol ve tatil vaadediyor sana Selimiye....

Bir hafta sonu, hazır Ege Bölgesi'ne gelmişken gezilecek, görülecek, gidilecek yerleri planlamanın vakti gelmiştir dedik ve 30 Ağustos tatilini fırsat bilerek düştük yollara... Şimdiye kadar pek çok kez övgüyle söz edildiğini duyduğum, çoğu magazin programına konu olması nedeni ile biraz da soğuduğum 'Selimiye Köyü'ydü seçmiş olduğumuz tatil mekanı.. Aslında görmeyi çok istediğim, son günlerde adından çok fazlaca bahsedilen ve sosyal medya paylaşımlarında giderek artarak popülerleşen, Marmaris'in küçük bir köyü 'Selimiye '... Bakir kalmış, modern zamanların ve gereklerin gün geçtikçe ele geçirdiği o betonarmeleşme ve piyasalaşma zihniyetinden mümkün olduğunca uzak kaldığını zaman geçirdikçe anladığınız bir yerleşke olarak seni içine çekecek... Korkularım var elbet bu bakir alanın, çağdaş gereklere karşı direncinin giderek zayıflayacağından ama en azından bu yaz sezonunu hasarsız atlaşmış olduğunu düşünerek kendimi rahatlatmaya çalışıyorum.. Araba ile çıktık...

Bir Varmışsın Bir Yokmuşsun Gibi Hayatım...

Zaman ne kadar da çabuk geçiyormuş anladım. Zaman, diye adlandırdığımız şeyin bir dem'lik hayat olduğunu gördüm. Ne kadar kısaymış herşey, ne kadar anlamsızmış 'büyük'diye adlandırdığımız olaylar meğersem sonuna kadar yaşadım... Herşeyin izi yavaş yavaş silindi, ne ben aynı kaldım ne zorunluluklarım ne içimdeki çocuk.. Şehirler bile değişti, kayıplar, yeni yaşamlamlarla unutulmaya çalışıldı. Acılar, yeni mutlulukların eteğine saklandı, birgün gelip hatırlanırım, ders olurum diye belki de... Gitmem gerekiyormuş gittim, görmem gerekiyormuş gördüm, yaşamam gerekiyormuş yaşadım... Şimdi geriye dönüp bakınca; sanki hiç yaşamamışım gibi gelen gerçekliğin, çarpıcı anlamsızlığı ile doluyum. Mayıs ayında yazabilmişim bloguma en son.. Neler neler oldu hayatımda, neler ne stresler biriktirdim ufacık zamanda. Çok değil(!) ama bundan önce çok gelen bir süre önce, 2011 Ağustos ayında başlamıştı bu bilinmezlik benim için. Devlet hizmet yükümlülüğünün 40. kurası.. Yerleştirilme yeri...

1700'lü yıllar Londra'sından bildiriyorum...

28 Şubattan bu yana hiçbirşey yazmamış, daha doğrusu yazamamış olmama hayret ediyorum. İşlerimin yoğunluğunun, ruhumun yorgunluğu ile birleşip beni nasıl da bitkin düşürmüş olduğunun yeni yeni farkına varmış olmam şaşırtıcı... Tüm yaşadıklarım, koşuşturmaca, heyecan, bekleyiş ve sanırım en önemlisi de belirsizlik ruhuma ağır gelmiş olmalı ki; bloguma zaman ayırmakta bu kadar geç kaldım. Hem de onca boşa geçirilmiş, anlamsızca harcanmış zamanları düşündüğümde.... Yazmayı çok özlemişim... Anlatacak bunca çok şeyim varken, anlatmakta bu kadar hevesliyken; neden bir türlü yazamayı başaramadığımı bilemiyorum. Neyse... Bu kısa yakınma ve durum bildiriminden kurtulup; uzun zamandır üzerinde kısa da olsa bahsetmek istediğim konuya geçmek galiba en doğrusu olacak:)) Burası 1700'ler Londra'sı, İngiltere cemiyet hayatı.. Son aylarda haddinden fazla üzerinde fikir ürettiğim, beni dinlemeye tahammülü olan kişilere, gereğinden fazla bahsetmiş olduğum, beni hem çok güldüren hem de çok şaş...

''Kelebeğin Rüyası''...

Ertesi gün uyanamayacağın bir rüyaya yatıyorsun... Oysa ki yaşadığın gün senin ömrünün tamamı.. Görülecek rüya, rüya mıdır? Ya da yaşanmış o kısacık tek gün, ömür müdür senin ve dünyanın gözünde.. ''Kelebeğin rüyası''... Gerçekten bir rüya var mıdır ki ortada... Tüm ölüm beklentisine, tüm son beklentisine inat; kelebeğin bir rüyası olabilecek midir? Vardır elbet hepimizin rüyası, ama kelebeğin rüyası kadar büyük bir bedeli ödemeden gördüğümüz... Nasıl da güzel, nasıl da yerine göre konulmuş bir isim... Filme gitmeden önce aklımda hep bir türlü çekimi tamamlanamamış, Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat'ın verdiği inanılmaz kilolar vardı, bir de Zonguldak şehrine olan merakım... Dönem filmlerine karşı hep bir heycanım oluyor, o dönemleri hissetmeye, koklamaya dair. Bu merakıma engel olamadım ve filmi hemen izledim... Yoğun duygular ve duygularıma karışan dostlarımın yorumlarından sıyrılıp; kendi içimden gelenleri dile dökmek, yazıyla hayat vermek istedim. Öncelikle bizi...

Radyasyon onkolojisi uzmanlığı mı istiyorsun????

Radyasyon Onkolojisi nedir? Ne değildir? Aslında radyasyon onkolojisi uzmanlık dalı sadece toplum tarafından değil, aynı zamanda da meslektaşlarımız tarafından en az bilgiye sahip olunan bölümlerden biri.. Ben de bundan 7 yıl önce radyasyon onkolojisi hakkında pek az bir bilgiye sahiptim. Bugün, radyasyon onkolojisi, tıpta uzmanlık sınavında bu kadar yükseklere geldiğine göre, en azından ne yaptığının (artık) biliniyor olduğunu düşünmekteyken; drtus.com sitesindeki forumlarda gelen sorulardan bunun aslında hiç de böyle olmadığının, sadece tanınırlığının artmış olduğunu gördüm. Forumları okurken, bana gelen sorulardan gördüm ki; tanınırlık kavramı da biraz yolundan sapmış durumda... Artık uzmalık dalı seçiminde, rahatlığın, performans puanlama siteminin, nöbet azlığının, sorumlulukta asgari yaklaşımın konuşulur olduğu bugünlerde, radyasyon onkolojisine artan ilgi anlayışla karşılanabilir olmakla beraber; esasında bilinmesi gereken pek çok gerçeğin gözardı ediliyor oluşu ise gerçekte...

Herşeyi öyle hızlı tüketiyoruz ki...

Günümüz tüketim günü, çağımız tam anlamıyla tüketim çağı... Herşeyi o kadar hızlı tüketiyoruz ve hemen yeni tüketim alanlarına göz dikmeye başlıyoruz ki şaşıp kalıyorum... İlişkilerde, dostluklarda, zamanda, aşkta, sevgilerde hep bir tüketim içerisindeyiz. Bir ay dost olan, can-ciğer kuzu sarması kankalar; bir bakıyorsun öteki ay başkaları ile aynı samimiyet ve aynı dostluğu yaşamakta... Bu kadar mı kolay arkadaşım birileri ile önce herşeyini paylaşıp; sonra da yok artık sıkıldım, ben biraz da bundan alayım olayları... Hatta daha kötüleri arkadan konuşanlar, bir anda nerden çıktığı belli olmayan bir düşmanlıkla dolup taşanlar.. Aşklarda tüketim çağına bir zamandır alıştık sanki... Yavaş yavaş işledi benliğimize, zehrini öyle farketmeden akıttı ki; alıştık, kanıksadık ve normalleştirdik beynimizde... Aşklar, elbette eskir, elbette sonsuz olmaz bilmiyor değiliz, ama sanırım artık aşk olmaktan, hissedilen bir duygu olmaktan çok; ''o an''ın duygusu olmaya doğru yelken a...

''Kayıp Şehir''

Günlük yaşamımızın vazgeçilmezlerini oluşturma yolunda sağlam yol katetmiş olan televizyon dizilerinden bahsetmek istiyorum uzun bir zamandır. Bir türlü fırsatını bulup yazamadığım, yorum yapamadığım o kadar konu var ki şu dizilerle ilgili...Neresinden tutsam, nereden başlasam diye düşünürken; anlatmak istediğim pek çok konudan vazgeçmek üzere olduğumu görüp, telaşa kapıldım.  Gerek yerel gerekse yabancı olmak üzere televizyon dünyasının parlayan yıldızı olan dizilerin ömürlerinin ne kadar olacağını tahmin edemediğimden, dahası bitirilebileceği korkusundan ilk olarak, bu sezon beni gerçekten etkileyen bir diziden başlamak istiyorum. Kanal d'de yayınlanan ''kayıp şehir'' sözünü ettiğim.. İlk olarak rastlantı eseri dizinin müzikleri dikkatimi çekmişti. Sezen Aksu'nun dizi için seslendirdiği parçasının, konu ile uyumlu, kişilerin zor anlarında ve yabancısı oldukları bu şehirde farkındalıkları artmaya başladığında bu müzik karşılıyor sizi... Cok iyi veriyor duyg...