Kayıtlar

2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Grey's Triology

Grey's Triology Gerçek hayatta da hep böyle midir? Hep ulaşılamayan sevgili midir bizi heyecanlandıran, meraka düşüren, içimizi titreten...... Meşhur üçlemeye başlamamak için yeterince sabrettikten sonra; serinin ilk romanını dayanamayıp okumuş, ancak sonrasında gerçekten ilgimi çeken bir roman olması üzerine düşüncelerimi de zaman kaybetmeksizin blogumda paylaşmıştım. Evet ilk kitaptan sonra gerçekten heyecanlıydım, evet ilk romandan sona meraklıydım, evet ilk romandan sonra ikincisi ne zaman gelecek diye kitap sitelerini her gün dolaştım...Evet itiraf ediyorum ikinci kitap için gerçekten sabırsızlanıyordum... İkinci kitabın elimde olduğu gün, bir an evvel başlamak için sabrediyordum ve üçlemelerden aldığım tadın ne kadar farklı olduğuna ilişkin düşüncelerim henüz değişmemişti... Serinin ikinci kitabı ile ilgili yazmak istemedim. Bekleyip üçüncüyü de okuyup fikirlerimi daha sonra yazmayı uygun buldum... İlk kitapta duygular tam anlamıyla tavanda bırakılmıştı. Mer...

Gizemli sesi ile sizi alıp götürecek: Buika....

Bir havaalanı keşfiydi benim için 'Buika'... Uçak firmasının dergilerini karıştırırken reklamını görmüştük konserinin. Türkiye'ye geliyordu. İlk kez duymuştum adını. Sonra merak edip araştırdık, cd'lerini dinletik şöyle bir. İlk aldığım cd'si ' Mi Nina Lola' oldu. 11 ispanyol şarkıdan oluşan cd'sinden etkilenmemek mümkün değildi. Her ne kadar ispanyolca bilmiyor olsam da şarkılar beni hem geleceğe hem de geçmişe götürmeyi başarmıştı. Çok şaşırmıştım. Hem duygulanıp hem de hüzünlenmeme sebep olan şey şarkılarındaki o enfes tını beni daha ilk dinlemede etkisi altına almıştı. Her şarkısında ayrı bir sihir gizliydi sanki. Egzotik bir ortamla kaplanmıştı o an her yer. Kısık, güçlü duygulu sesi (smokey voice) beni bulunduğum ortamdan gerçek anlamda uzaklaştırmayı başarmıştı. Dinledikçe daha çok sevmeye ve dinledikçe sanki anlıyormuşcasına tad almaya başlamıştım sözlerinden. Anlamadığım bir dilde ve anlamadığım bir vurguyla söylenen, bambaşka bir dünyanın es...

Tıbbi gerilim romanı yazan bir doktor:Tess Gerritsen

Bayram tatili için kitap arayışımda keşfettim ''Tess Gerritsen''i ... Aslında bugüne kadar hiçbir kitabını okumamış olmamın ne kadar büyük bir talihsizlik olduğunu kitaplarını okumaya başladığımda farkettim. Öncellikle yazarımızın hayat hikayesinden başlamak gerekiyor bence; ^^Tess Gerritsen, Stanford Üniversitesi 'nde antropoloji konusunda lisans yaptı, Kaliforniya Üniversitesi ’nden de tıp diploması aldı. Stajını Hawaii ’de tamamladıktan sonra, doğum iznine ayrıldığı sırada ilk romanı Geceyarısından Sonra Gelen Telefon' u yazdı. Romantik gerilim olarak tanımlanan bu kitabı aynı türde sekiz roman daha izledi. New York Timesın en çok satan kitap olarak tanıttığı Hasat ile tıbbî gerilim romanları yazmaya başladı. Ondan sonra yazdığı her tıbbî gerilim romanı da çok satanlar listesinin müdavimleri arasında yerini aldı.^^ şeklinde tanımlanıyor wikipediada.. Ahmet Ümit ile başlayan polisiye-gerilim türü yazılara eklenmiş farklı öğelere olan merakım Tess ile fa...

Gri'nin meşhur özellikleri; Serinin 1.kitabı...

E.L. James'in tüm dünyayı kasıp, kavuran; hatta Harry Poter serisinin satış rahamlarını bile geçtiği söylenen kitabı okumamak için aslında yeterince direndim.. Evet nihayet serinin ilk kitabı olan ''Grinin elli tonu''nu dün bitirdim.. Kitabın konusunu burada tekrar etmek istememe nedenim zaten herkesin şöyle ya da böyle kitabın konusu hakkında medye kaynaklı bilgisinin olması. Kitap kısaca ingiliz edebiyatı öğrencisi Ana ile genç işadamı Grey arasında başlaması planlanan sado-mazoşist ilişkiyi ve tensel çekimi anlatıyor. Gerçeği söylemek gerekirse kitap ilk başlarda pek ilgimi çekmemişti. Her hafta farklı bir gazetede serinin özetini, takma adlı yazarının gerçek yaşantısını okumaktan sıkılmıştım. Hatta reklamları öyle bir hal almaya başlamıştı ki yabancı kanallarda kadınlar kendilerine ilk önce bu kitabı okuyup okumadığını sormaya başlamıştı. Plajda güneşlenirken pekçok bayanın elinde bu kitabı görmek merakımı arttırmakla beraber içimdeki edebi okur; gereksiz,...

Ömür dediğin...

Ömür dediğin; aslında sandığımızdan çok daha kısa, sandığımızdan çabuk geçiyor. Böyle olunca da onu paylaşmak, yaşamak, değerlendirmek çok önemli hale geliyor. Hayat arkadaşı, can yoldaşı ile ömrünü geçirmek bir o kadar değerli ve kıymetli oluyor işte bu bağlamda.. O üşüyünce üşüyeceğin, o acıkınca acıkacağın, o sevinince sevineceğin, o gülünce güleceğin biriyle ömrünü yaşamak ne kadar da önemli... Özellikle yaşanan kötü olaylar, şanssızlıklar, felaketler birbirine daha da bağlıyor iki insanı, koparılması güçlü, görünmez zincirlerle.. İşte bu durumlarda o kişi hem annen-baban hem de dostun, arkadaşın oluyor... Yaşadığım tüm olumsuzluklara, tüm şanssızlıklara rağmen; sahip olduklarımın değerini bilmemi sağladığıkları için çok minnettarım bu yaşanmışlıklara.. Bazen en çok kullandığımız cümle olabiliyor ''her şerde bir hayır vardır'' sözü ama insan yaşayınca anlıyor ki gerçekten her şer bir hayıra vesile olabiliyor. Geçmişe dönüp baktığımda yaşadığımız büyük felaktenin...

Kanser tanısı ile yaşamak; ölüme teğet geçen yaşamlar...

Kanser... Cancer... Kontrol edilemeyen hücre çoğalması... Tıp fakültesi mezunu olduğum zaman sadece bu tanımlamaya yakındım, TUS için sorulacak ayrıntı, genel sorular dışında.. Sorsalar bana çevremden şu tanısı aldım bu tanısı aldım falan gibi sorular verebileceğim cevaplar sadece karizmayı kotarmak adına olurdu ki onda da TUS için edindiğim zaruri bilgileri kullanmasam yeterli olamayacaktım. Ne zaman ki radyasyon onkolojisi asistanlığını kazandım, o zaman kanser hastalığını, kanser tanısı almış hastaları tanımış, onlarla belki de ailemden yakın olmuştum. Bölüme başladığımda hastaların gözleri, herşeyden vazgeçmeyi işaret eden soruları, yaşanacak günlerine ilişkin merakları, tedavi sürecinde yaşayacaklarına olan şüpheleri beni çok derinden etkilemişti. İşte o zaman fark ettim; kanserle yaşamak, aslında ölüme teğet yaşamaktı ve bununla başa çıkmak zannettiğimden çok daha zordu.. Tedavi olmak bir dert, tedaviyi devam ettirmek bir dert, tedavi sonrası kontrol günlerini beklemek ise ...

Neye göre, kime göre sınır zeka ya da mental retarde??

Mental retardasyon ne demek? Kimler için hangi şartlarda kullanılır? Her aklımıza estiğinde kullanılabilecek kadar basit bir kelime midir? Her istediğimizde kullanacak kadar bilinçsiz olabilir miyiz? Peki ya sınır zeka?? İnsanları etiketlemek bu kadar kolay mı? Bunlar ve benzeri soruların kafamı doldurmasından beni bunaltmasından insanlara laf anlatmaktan sıkıldım. Biraz da üzerine yazmak istedim. Bilinçsizliğimiz, kendimizi üstün görmelerimiz, ya da başkalarını eksik görmelerimiz ne zamana kadar devam edecek? Çevremizdekileri ufacık şeylerle mental retarde ya da sınır zeka olarak tanımlayabilir miyiz?? öncelikle mental retardasyon, en basit, en bilinen tanımlama ile ''geri zekalı'' demek.. sözlük anlamı da bu zaten. Ancak bunu öyle kolay kolay, ulu orta, bilmeden bilinçsiz ve fütürsuzca kullanan insanları anlamakta zorluk çekiyorum. Hatta çok sinir oluyorum.. Bu konuya takıklığımın çıkış noktasından bahsedip, sonrasında bazı soru işaretleri bırakıp yazımı tamamlam...

Radyasyon onkolojisi geyikleri

Bir radyasyon onkologu olarak gururla belirtiyorum ki; biz radyasyon onkologları gerçekten neşeli ve pozitif insanlarız. Bu yönümüz gerek medikal onkologlarla gerekse de cerrahlarla olan ortak toplantılarımızda çok daha belirginleşiyor. Ancak asıl görülmesi ve deneyimlenmesi gereken ise bizler kontur girerken iyice işten toksike olmuş hallerimiz ya da bir hastayı olanca ciddiyetimizle tartışırken bir çözüm bulamadığımız zamanlardır. Öyle ki bu zamanlarda, benim diyen komedyenlere taş çıkaracak, hatta bizim bölüme uzak olanları bile kırıp geçirecek muhabbetlere şahit olabilirsiniz. Aslında bu özelliği bizim gibi bilgisayar ve görüntüler başında geçiren radyologlardan da bekliyorsunuz ama üzülerek söylüyorum ki; bu maalesef radyologlarda çok nadir, aslında nberedeyse yok. Buradan aklıma gelen ve sıklıkla kullandığımız geyiklerden bahsetmek, bunları kalıcı kılmak istedim. Eminim ki bunu okuyan radyasyon onkologlarının aklına daha pek çok geyik gelecektir farkına varmadan kullandığımız...

'Devlet hizmet yükümlülüğü' 'noter huzurunda çekilecek kura''

Mecburi hizmet... Çok tartışılır, çok konuşulur, çok yorum yapılır üzerinde. Kimimiz için şans kimimiz için şanssızlık şeklinde yorumlanıyor ve üzerinde şimdiye kadar çok fazla yazılıp çizildiyse de ben bir de kendi deneyimimden bahsetmek istiyorum. Bir kere mecburi hizmet tabirinin tam olarak adının karşılığını verdiğini söyleyerek işe başlamak istiyorum. Hele benim için yaşadıklarım tam bir devlet hizmet yükümlülüğü oldu diyebilirim. Şimdi işin farklı boyutlarına geçmeden önce bazı şehir efsanelerinden bahsetmeden geçmek istemiyorum. o kadar çok söyleniyor ki inanılmaz. Üzerinde yorum yapmaya kalksan mecburi hizmetin biter. Hastaları, karşılaştığın sorunlarını düşünsen depresyon ilaçlarının önünü alamazsın. Konuşulmaması gereken kısımları deşmeye kalkasan davalı olursun.... gibi gibi gibi. Devlet hizmet yükümlülüğü başlığı altında açıklanan kadrolara tercih yaparak başlanıyor işe, bin bir stres binbir bilinmezli denklemlerle, her kafadan çıkan sesleri önemseyerek, içindeki heyeca...

Yayın yazmak mı? O da ne?

Asistanlık hayatımız çoğunlukla yarı doktor, yarı akademisyen sıfatlarını taşımanın yükü ile geçti. öğrencilikten çıkıp meslek hayatına adım atmayı beklerken, kıdemliye danışmalar, hesap vermeler, sorumlulukları yüklenmelerle çeşitlendirebileceğimiz görevlerle başlar. Hayaller farklıdır oysa... Ancak her zaman işin aslı farklıdır ve yeni başlanan bir görevde çömezlik beklenenden farklı süprizlere gebedir. Ancak asistanlık sürecinin getirdiği yüklerden 'akademisyenlik' sıfatı ise diğer görevlere baktığımızda oldukça yabancı bir aşamadır. Şöyle ki; çömezlikte yapılacak yayınlardaki basamaklar, alınan görevler genellikle amelelik olarak yorumlanır. Oysa ki çömezliğin her zorluğunda olduğu gibi bu amelelik olarak tanımlanan kavramın aslında bize bir bakış açısı kazandırması açısından oldukça eğitici bir süreçtir. En önemlisi de meslek hayatımızın ilerleyen döneminde bakış açısı sağlayacağını düşünecek olursak; üzerinde durulması gereklidir. O günlerde ya...

İlk deneme

Bugüne kadar blogger.com'un varlığından habersiz olmamın ne kadar da büyük kayıp olduğunu farkettim. Halbuki bugüne kadar hep fikirlerimi düşüncelerimi bir yerlerde, bir şekilde paylaşıp; sesimi duyurabilmek istedim. Blogger'a karşı hep bir ön yargımın olması ne acı.... Oysa ki okuduğum kitapları, ihtisasım ile ilgili aklıma gelen ama bazen kendimin bile yapılması olanaksız görüp vazgeçtiğim düşünceleri, kanser radyoterapisine ilişkin konuşmak istediklerimi, radyasyon onkolojisi asistanlığı ve mecburi hizmet aşamalarını bu site sayesinde kolayca paylaşabileceğimi bilmek beni çok heyecanlandırıyor. Heyecanlıyım... Evet gerçekten heyecanlıyım.. Buradan bir ses, bir nefes olabilmek beni gerçekten mutlu edecek. Amacım gördüğüm yenilikleri, okuduğum yayınları, gittiğim kursları, aşmak zorunda olduğum zorluklardaki aslen kolay ama benim sonradan farkettiğim pratik çözümleri paylaşmak. o yüzden de blogumun adı ''nice to share''... Mümkün olduğunca türkçe...